İBN TEYMİYYE VE MECÂZ

İBN TEYMİYYE VE MECÂZ


ISTILÂH VE TAKSÎMÂTLARIN KULLANIMI

Istılâh ve taksîmâtlarda asıl olan câiz olmasıdır. Bunun mânâsı şudur: Istılâh ve taksîmâtların kullanılması aslen câizdir. Naslarda bulunması veya birebir uyum sağlaması şart değildir.

Bununla berâber ıstılâh ve taksîmâtların kullanılmasının câiz olması mutlak değildir. Bilâkis belirli kayıtlarla sınırlıdır. Bunların en önemlisi şu iki kayıttır:

Birinci Kayıt: Istılâh veya taksîmin şeriate muhâlif bir şey içermemesidir. Yâni ıstılâhın muhtevâ ve mânâda şeriatin gereklerine uyumlu olmasıdır.

Şöyle ki; şeriate muhâlif olmaması şartı ile şeriate muvâfık olması şartı arasında fark vardır. Istılâh ve taksîmâtların şeriate muvâfık olması değil, muhâlif olmaması şarttır. Çünkü şeriate muvâfık olması şartı, insanın sadece şeriatte (naslarda) var olan şeyleri kabul etmesini gerektirir. Şeriate muhâlif olmaması şartında ise böyle değildir. İctihâdî meselelerin tamâmında şeriate muhâlif olmama şartı vardır. Tevkîfî meselelerin tamâmında şerîate muvâfakat şartı vardır.

İkinci Kayıt: Lafzın uygun ve doğru olmasıdır. Istılâh veya taksîmde bâzen mânâ doğru olup lafız uygun olmayabilir.

Meselâ şerîatin kabuk ve çekirdek şeklinde taksîm edilmesi gibi. Bu taksîm mânâ yönünden doğrudur. Bunu söyleyen kişi şeriatin meselelerinin küçük ve büyüğe ayrılmasını kasteder. Lâkin küçük meseleleri kabuk olarak ifâde etmek uygun değildir. Çünkü kabuk lafzı fazlalık ve gereksizlik sezdirir. Şeriatte ise fazla ve gereksiz olan bir şey yoktur.

Bu kâideye binâen ıstılâh ve taksîmâtları kullanmak aslen câizdir.

HAKÎKAT VE MECÂZ TAKSÎMİ

Kelâmın hakîkat ve mecâza taksîm edilmesi, âlimlerin usûlü fıkıh, tefsîr, akâid vs. kitaplarında çok kullanılan meşhûr taksîmlerden biridir. Bu taksîme iki açıdan bakıyoruz:

Birincisi: Mücerred bir ıstılâh olması açısından

İkincisi: Belirli bir mânâ ile ıstılâh olması açısından

Birinci açıdan bakacak olursak şöyle denir: Kelâmın hakîkat ve mecâza taksîm edilmesi aslen câizdir. Eğer doğru bir mânâ zikredilirse kabûl edilmesi mümkündür.

İkinci açıya gelirsek, biz bu ıstılâha ona yüklenen mânâya göre hükmediyoruz. Doğru bir mânâ zikredilirse kabul edilir, yanlış bir mânâ zikredilirse reddedilir.

Muâsırlardan ve öncekilerden bâzıları İbn Teymiyye'nin kelâmın hakîkat ve mecâza taksîm edilmesini inkâr ettiğini nakletmiştir.

Bu doğru değildir. Zîrâ İbn Teymiyye kelâmın hakîkat ve mecâza taksîm edilmesinin aslını inkâr etmiyor. Ancak bu taksîm için zikredilen belirli bir mânâyı inkâr ediyor.

Eğer İbn Teymiyye'nin sözlerine bakarsak birçok yerde mecâz lafzını kullandığını, birçok yerde de mecâzı inkâr ettiğini görürüz. Bu sebeple insanlar onun bu konudaki görüşünü açıklamada zorlanmışlardır:

Bâzıları İbn Teymiyye'nin taksîmin aslını inkâr ettiğini söylemiştir. İbn Teymiyye'nin bâzı muhâlifleri bu görüşü istismâr edip, sanki İbn Teymiyye inkâr edilmesi mümkün olmayan bir hakikati inkâr ediyormuş gibi onu kötü göstermişlerdir.

Bâzıları da İbn Teymiyye'nin ömrünün başlarında mecâzı inkâr ettiğini, daha sonra bu görüşünden döndüğünü söylemiştir.

Bâzıları da İbn Teymiyye'nin bu meselede zorlandığını ve bir türlü meseleyi açığa kavuşturamadığını söylemiştir.

Hakikatte ise İbn Teymiyye böyle değildir. O sadece durumların arasında fark olduğunu söylemektedir. Lafzın delâlet ettiği mânâların birden fazla olmasını, bir kısım mânâların delâletinin diğer mânâların delâletinden daha açık olmasını ya da bir mânânın diğerlerine göre zihne daha yakın olmasını inkâr etmemektedir. Sadece belirli bir şeyi inkâr etmektedir; o da kelâmın hakîkat ve mecâza kelâmcıların cumhûrunun belirttiği mânâ ile taksîm edilmesidir. Bu mânâ ise şudur: Hakîkat, ilk konulan mânâda kullanılan lafızdır. Mecâz ise, bir karîne sebebiyle ilk konulan mânânın dışında kullanılan lafızdır.

Kelâmcıların belirttiği mânâdaki hakîkat şunları gerektirmektedir:

1- Lafza yüklenen bir aslî mânâ vardır, bir de ikincil mânâ vardır.

2- Lafzın aslî mânâya delâleti karîne olmadan (hakîkat), mecâza delâleti ise karîne ile olur.

İbn Teymiyye'nin, kelâmcıların cumhûrunun belirttiği şekliyle kelâmın hakîkat ve mecâza taksîm edilmesini inkâr etmesi üç temel asla dayanır:

1) İsbâtın İmkânsızlığı: Kelâmcıların takrîri, lafız için önce bir mânânın belirlendiğini, daha sonra bir karîne sebebiyle başka mânâya geçilmiş olmasını gerektirir. Bu ise muvâzaanın varlığını gerektirir. Yâni birtakım insanlar lafız için aslî veya ilk mânâyı belirlemek için bir araya gelmişlerdir. İmkânsızlık bu muvâzaanın isbâtının niteliğindedir. Öyleyse bir araya gelip aslî mânâyı belirleyenler kimlerdir? Ne zaman bir araya gelmişlerdir? Nerede bir araya gelmişlerdir?!

2) Kelâmın Hakîkatiyle Çelişmesi: Kelâmcıların cumhûrunun yaptığı taksîme göre bâzı lafızlar mânâya herhangi bir karîne olmaksızın delâlet eder ve bu hakîkattir. İbn Teymiyye ve başkaları lafzın delâletinin karîne olmaksızın mümkün olmadığını söylemişlerdir. Bu karîne lafzî de olabilir hâlî de olabilir. Tek başına mânâya delâlet eden hiçbir lafız yoktur. Bilâkis başkasıyla terakküp etmesi/bileşmesi kaçınılmazdır. Bu da bâzen lafzî, bazen de hâlî terkip ile olur.

Kelâmı hakîkat ve mecâza -kelâmcılarda olduğu gibi- taksîm eden kişinin izlediği metod doğru değildir. Çünkü bu metod, kelâmın hakîkatiyle bağdaşmaz. Kelâm ancak başkasıyla terakküp ederse bir mânâ ifâde eder. Hakîkat ve mecâz sadece terakküp hâli olan siyâkta tasavvur edilebilir. Terkip ise karînelerden bir karînedir. O halde lafız, karîne olmadan kendisiyle bağlantılı bir mânâya delâlet edemez.

3) Gereksinimlerin Düzensizliği: Kelâmı hakîkat ve mecâza taksîm edenler mecâz için bazı gereksinimler zikretmişlerdir. Bu gereksinimler ise düzensizdir.

Meselâ kelâmcılardan bir çoğu eğer kelâm masdar ile te'kîdli olursa orada mecâzın olmayacağını söylemişlerdir. Bununla berâber onlar masdar ile te'kîdli olan kelâmın bâzısında mecâz olduğunu iddiâ etmişlerdir. Allahu Teâlâ'nın şu sözünde olduğu gibi: 

وَكَلَّمَ اللّٰهُ مُوسٰى تَكْل۪يمًاۚ

"Allah Musa ile gerçekten konuştu." 

Bu âyet masdar (تَكْل۪يمًاۚ) ile te'kîdlidir. Kelâmcıların görüşüne göre burada mecâz olmaması gerekir. Lâkin onlar burada mecâz olduğunu söylerler. 

Yine mecâzın nefyinin câiz olduğunu ve nefyedenin de yalancı olmayacağını söylerler. Lâkin bu, Allahu Teâlâ'nın isim ve sıfatları gibi meselelerde doğru olmaz.

Böylece gereksinimlerin düzensiz olması bu taksîmin doğru olmadığını gösteriyor.

Bu üç asıl, kelâmcıların mecâz anlayışını inkârda İbn Teymiyye'nin en çok îtimâd ettiği asıllardandır.

İbn Teymiyye kelâmcılara onlara kelâmı hakîkat ve mecâza taksîm ettikleri için îtiraz etmemiştir. Kelâmı bu iki kısma hatâlı bir metodla taksîm ettikleri için onlara îtiraz etmiştir. Onlara "kelâm hakkında Kur'ân, sünnet ve Arap lügatinde olmayan bir taksîmde bulunduğunuz için hatâlısınız" dememiş, "hatâlı metodlar üzerine kurulan yanlış bir taksîm ortaya koyduğunuz için hatâlısınız" demiştir.

İbn Teymiyye'nin görüşünü eleştirmek isteyen kişinin bu asılları gözetmesi gerekir. Mecâzı inkâr meselesinde İbn Teymiyye'nin bâzı muhâliflerinin düştüğü bâzı menhecî hatâlar şunlardır:

Birinci: İbn Teymiyye'nin metodunu oluşturan asıllardan habersiz olmaları

İkinci: İbn Teymiyye'nin mecâzı inkâr etmesinin, lafzın mânâlara delâletinde çeşitlilik ve üstünlük olmadığını gerektirdiğini zannetmeleri

Bâzı muâsırlar, İbn Teymiyye'nin hakîkat ve mecâzı reddederken îtimâd ettiği asıllardan birinin şu olduğunu söylemişlerdir: "Seleften mütekaddim imâmlar, sahâbe ve onlardan sonra gelenler indinde böyle bir taksîm yoktur." Bunu İbn Teymiyye'nin asıllarından sanmışlardır.

İsâbetli olan ise şudur: Bu doğru değildir. İbn Teymiyye kelâmcıların görüşünü inkâr etme siyâkında mütekaddim imâmlar indinde böyle bir taksîm olmadığını söylese de, bunun bir asıl olduğunu söylememiştir. Bunu sadece hakikati vasfetmek için zikretmiştir.


Dr. Sultân b. Abdurrahmân el-Umeyrî

İBN TEYMİYYE'YE GÖRE "LEVLÂKE" HADİSİNİN MANASI

 Şeyhulislam İbn Teymiyye şöyle diyor:

Muhammed ﷺ Âdemoğlunun seyyidi, mahlûkatın en üstünü ve en keremlisidir. Bundan dolayı bazıları şöyle demiştir: “Allah âlemi onun için yaratmıştır. O olmasaydı arşı, kürsüyü, yeri, göğü, ayı, güneşi yaratmazdı.” Fakat bu Nebi ﷺ’den sahih olarak da zayıf olarak da hadis olarak gelmemiştir. Hadis âlimlerinden kimse bunu Nebi ﷺ’den aktarmamıştır. Hatta bu söz sahabeden de bilinmemektedir. Bilakis bu söyleyeni bilinmeyen bir sözdür. Sahih bir şekilde tefsir edilmesi ise mümkündür. 


“Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından sizin hizmetinize verendir” (Câsiye, 45/13) ve “…emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri emrinize veren, nehirleri de hizmetinize sunandır. O, âdetleri üzere hareket eden güneşi ve ayı sizin hizmetinize sunan, geceyi ve gündüzü sizin emrinize verendir. O, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız” (İbrâhim, 14/32-34) gibi âyetler, mahlûkatın Âdemoğlu için yaratıldığını beyan etmektedir. Malumdur ki, Allah’ın böyle yapmasında bunun dışında ve bundan daha büyük hikmetler vardır. Fakat burada Âdemoğlunun menfaatine olan şeyleri ve onlara lütfettiği nimetleri beyan etmektedir.


Bir şey hakkında, ‘şunu şunun için yaptı veya şu olmasaydı bu yaratılmazdı’ ifadelerinde daha başka büyük hikmetler olamaz mı denilirse, evet olur. Âdemoğlunun salihlerinin en üstünü Muhammed ﷺ olduğuna göre, onun yaratılışının matlûb olan gaye ve maksûd olan hikmet-i bâliğa olması diğerlerinden daha büyüktür. Durum böyle olunca yaratılışın itmamının ve nihâî kemâlin Muhammed’in ﷺ yaratılmasıyla hâsıl olacağı ortaya çıkmaktadır.


Allah gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattı. Yaratmanın son günü cuma günüydü. Âdem’in yaratılışı o gündü ve son yaratılan oydu. O, cuma günü ikindi vaktinden sonra gün sonunda yaratıldı. Âdemoğlunun seyyidi Muhammed ’dir. Âdem de diğerleri de onun sancağı altında olacaktır. Nebi “Ben Allâh katında nebilerin sonuncusu olarak yazılmışken, Âdem daha balçık olarak yeryüzüne atılmıştı” (Müsned, 28/379) buyurmuştur. Yani Âdem yaratıldığında daha ruh üflenmeden benim peygamberliğim yazılıp izhâr edilmişti. Bu, tıpkı Allahu Teâlâ’nın, cenin anne karnındayken kendisine daha ruh üflenmeden o kulun rızkını, ecelini, amelini, saîd mi yoksa şakî mi olacağını yazması gibidir. İnsan yaratılmışların hâtemi ve sonuncusu olduğuna göre, mahlûkattaki bütün kemâlatı cemetmiş olmaktadır. İnsanların en üstünü ise, mutlak olarak kemâl bakımından mahlûkatın en faziletlisi olmuş oluyor. Muhammed bu âlemin kutbu olunca, o zaman hilkat noktasında gayelerin de gayesi olmuş olmaktadır. Bu durumda, ‘bütün mahlûkat onun için yaratıldı, o olmasaydı yaratılmazdı’ sözü inkâr edilemez. O zaman, “levlâke” ve benzeri sözler Kur’ân ve Sünnet’in delâlet ettiği şekilde tefsir edilirse bu kabul edilir.

Mecmûu’l-Fetâvâ 11/56-58


İBN TEYMİYYE'NİN KERBELÂ VÂKIASI İLE İLGİLİ SÖZLERİ

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle. 

Hz. Hüseyin'in Irak'a Gitmesinin En Büyük Sebebi 

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Yola çıkmasının asıl sebebi; Irak'ta Şia'dan bâzılarının ona çokça mektup yazması, mektuplarda şeriatin değiştirilmesinden ve zulmün zuhûr etmesinden şikâyet etmeleri, şeriat ve adâletin ikâmesi için ona biat ve yardım etmeleri için (Irak'a) gelmesini istemeleriydi."

Câmiu'l-Mesâil 6/260

Yine dedi ki: "İlim ehlinden bâzı musannifler makbul senedlerle zikretmişlerdir ki; Hz. Hüseyin Hicaz'da iken Irak ehlinin ona gelmesi için yazdığı mektuplarda 'sünnet öldürüldü, bid'at ihyâ edildi' ve buna benzer daha başka şeyler yazıyordu. Hatta onların bir sandık dolusu veya daha fazlası mektup gönderdiği söylenmiştir."

Mecmûu'l-Fetâvâ 27/470

Hz. Hüseyin'in Irak'a Gitmemesi İçin Edilen Nasihatler

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Gelen çokça mektuplar üzerine Hz. Hüseyin Irak'a gitmek üzere yola çıkmak isteyince; İbn Ömer, İbn Abbâs, Ebû Bekr b. Abdirrahmân b. Hâris b. Hişâm gibi ilim ve din ehlinin ileri gelenleri ona gitmemesi için nasihat ettiler. Onun öldürüleceğini tahmin ettiler. Hatta bazıları 'seni Allah'a emânet eder ve seni ölümden korumasını dilerim.', bazıları da 'eğer araya girme olmasaydı seni tutar ve gitmekten men ederdim.' dedi. Hem onun hem de müslümanların maslahatını isteyerek ona nasihat ediyorlardı. Allah ve Rasûlü ancak doğruluğu emreder, fesâdı değil. Görüşler ise bâzen isâbet eder, bazen hata eder. 

Ne var ki onların dediği gibi oldu. Yola çıkmak, din için de dünyâ için de bir maslahat olmadı. Bilâkis o zâlim despotlar fırsat buldular ve Rasûlullah ﷺ'in torununu mazlûm bir şehîd olarak katlettiler. Yola çıkması ve öldürülmesi sebebiyle, eğer beldesinde kalsaydı ortaya çıkmayacak fitneler hâsıl oldu. Onun hayrı elde etmek ve şerri def etmek için niyet ettiği hiçbir şey gerçekleşmedi. Aksina onun yola çıkması ve öldürülmesi sebebiyle şer daha çok arttı ve hayır azaldı. Bu, çok büyük bir şerre sebep oldu. Osman'ın öldürülmesi bâzı fitneleri gerektirdiği gibi Hz. Hüseyin'in öldürülmesi de bâzı fitneleri gerektirdi."

Minhâcu's-Sunne 4/530

Hz. Hüseyin Savaş Niyetiyle Yola Çıkmamıştı

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Hz. Hüseyin savaşmak isteyerek yola çıkmadı. İnsanların ona itaat edeceğini zannetmişti. Kendisini terk ettiklerini görünce ya beldesine dönmek, ya suğur (cihad) bölgesine gitmek ya da Yezid'in yanına gitmek istedi. O zâlimler ise bunların hiçbirini yapmasına imkan vermediler. Onu Yezid'e esir götürmek istediler. O ise buna yanaşmadı ve mazlûm bir şehîd olana kadar savaştı. Fakat savaşı başlatmak gibi bir kastı yoktu."

Minhâcu's-Sunne 4/42


Hz. Hüseyin Nasıl Katledildi?

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Hz. Hüseyin, amcasının oğlu Müslim b. Akil'i Kûfe ehline gönderdi ve bir grup ona tâbi oldu. Ubeydullah b. Ziyâd Kûfe'ye geldiğinde ise onun tarafına geçtiler ve Müslim b. Akil'i, Hâni b. Urve'yi ve başkalarını kalettiler. Bu, Hz. Hüseyin'e ulaşınca dönmek istedi.  Bu sefer karşısına Ömer b. Sa'd'ın birliği çıktı ve ondan teslim olmasını istediler. Hz. Hüseyin ise bunu kabul etmeyerek ya elini elinin üzerine koyması (biat etmesi) için kendisini amcasının oğlu Yezid'e götürmelerini, ya geldiği yere dönmeyi ya da suğur (cihad) bölgesine gitmeyi istedi. Onlar ise haksızca, zâlimce ve düşmanca bir tavır göstererek bunu yerine getirmeyi kabûl etmediler."

Mecmûu'l-Fetâvâ 27/471

Yine dedi ki: "Hz. Hüseyin, Irak ehlinin kendisine yardım edeceğini ve yazdıklarının yerine getireceklerini zannederek amcasının oğlu Müslim b. Akil'i onlara gönderdi. Onlar Müslim'e ihânet ederek onu öldürüp İbn Ziyâd'a biat edince geri dönmek istedi. Karşısına zâlim bir topluluk (Ömer b. Sa'd'ın birliği) çıktı. Onlardan ya Yezid'e gitmek, ya suğur (cihad) bölgesine gitmek ya da beldesine dönmek istedi. Teslim olana kadar bunlardan hiçbirini yapmasına imkân vermediler. O ise buna yanaşmadı ve mazlûm bir şehîd olana kadar savaştı."

Minhâcu's-Sunne 4/472

Hz. Hüseyin Ne Zaman Katledildi?

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Hz. Hüseyin, hicrî 61 senesinde Âşûrâ günü (10 Muharrem) şehîd oldu. Ve bu, Yezid'in saltanatının ilk yılıdır. Hz. Hüseyin, Yezid beldelerin yönetimini eline almadan önce şehîd oldu."

Minhâcu's-Sunne 4/522

Hz. Hüseyin Nerede Katledildi ve Cesedi Nereye Defnedildi?

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Hz. Hüseyin, Fırat yakınlarında Kerbelâ'da katletildi ve oraya defnedildi. Başı da Kûfe'deki Ubeydullah b. Ziyâd'a iletildi."

Mecmûu'l-Fetâvâ 4/507

Yine dedi ki: "Hz. Hüseyin'in bedeni ittifâk ile Kerbelâ'dadır."

Mecmûu'l-Fetâvâ 27/493

Hz. Hüseyin'in Başı Nereye Defnedildi?

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Hz. Hüseyin b. Ali'nin başının nerede olduğu konusunda ilim ehlinin tercihi, Zübeyr b. Bekkâr'ın 'Ensâbu Kureyş' kitabında zikrettiğidir. Ki Zübeyr b. Bekkâr bu konularda oldukça geniş bilgi sahibi ve en güvenilir tarihçidir. Ona göre, Hz. Hüseyin'in başı Medine'ye götürülmüş ve burada defnedilmiştir. Zübeyr'in bu söylediği gayet uygundur, çünkü kardeşi Hz. Hasan, amcasının babası Abbas, oğlu Ali vs. gibi yakınları burada gömülüdür. 

Zû'n-Nesebeyn beyne Dihye ve'l-Hüseyn lakabıyla bilinen Ebu'l-Hattâb b. Dihye, el-İlmu'l-Meşhûr fi Fadli'l-Eyyâmi ve'ş-Şuhûr isimli eserinde, Zübeyr b. Bekkâr'ın, Muhammed b. Hasan hakkında söylediklerini söz konusu ederken şöyle demektedir: Hz. Hüseyin'in başı getirildiğinde Ümeyyeoğulları Amr b. Saîd'in yanındaydılar. O sırada bağırıp çağırmalar duydular. Ne oluyor? diye sorduklarında kendilerine: Bunlar Hâşimoğulları'nın kadınları, Hz. Hüseyin b. Ali'nin başını gördüklerinde ağlamaya başladılar, denildi. Hz. Hüseyin b. Ali'nin başı getirildi ve Amr'ın yanına içeriye alındı. Bunun üzerine Amr: 'Allah'a yemin ederim ki, Emîru'l-Mu'minîn'in onu bana göndermesini arzu etmezdim.' Ebu'l-Hattâb, bunları naklettikten sonra şöyle demektedir: Bu rivâyet Hz. Hüseyin'in başının Medine'ye getirildiğine delildir. Zaten bu konuda sahih olan da budur. Bu rivâyeti bize nakleden Zübeyr neseb ilminin en bilginidir. Ebu'l-Hattâb daha sonra şöyle devâm etmektedir: Başının Askalân'daki bir ziyâretgâhta olduğuna dâir iddâlar bâtıl olup azıcık aklı olan kimse buna inanmaz. Çünkü Ümeyyeoğulları'nın ortaya koydukları öldürme, düşmanlık ve kinleriyle birlikte bir ziyâretgâh inşâ etmeleri düşünülemez."

Mecmûu'l-Fetâvâ 4/509

Hz. Hüseyin'in Başı Şam'daki Yezid'e Götürüldü mü?

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Şam'daki Yezid'e götürüldüğü meselesi, munkatı senedlerle rivâyet edilmiş olup böyle bir şey sâbit değildir. Hatta bu rivâyetlerin uydurma olduğuna işâret eden hususlar vardır. Çünkü söz konusu rivâyetlerde Yezid'in, (Hz. Hüseyin'in) dişlerini bir çubukla dürttüğü, orada hazır bulunan Enes b. Mâlik ve Ebû Berze gibi sahâbenin bu davranışa karşı çıktıkları kaydedilmektedir ki bu, bir iltibas (karıştırma)dır. Zira bu davranışta bulunan, Ubeydullah b. Ziyâd'dır. Sahihlerde ve müsnedlerde nakledilen budur. Yâni bu rivâyetlerde Yezid, Ubeydullah b. Ziyâd'ın yerine konulmuştur. Kuşkusuz öldürülmesini emreden de Ubeydullah b. Ziyâd idi ve başı da bu şahsa götürülmüştü. Nitekim bu sebeple İbn Ziyâd daha sonra öldürülmüştür. Bu işin İbn Ziyâd tarafından yapıldığını belirten diğer bir husus rivâyetlerde söz konusu edilen Enes ve Ebû Berze gibi sahabîlerin Şam'da değil, Irak'ta bulunmalarıdır. Bu yalanları uyduranlar, câhil kimseler olup görüşlerine neyi delil getireceklerini de bilmemektedirler."

Mecmûu'l-Fetâvâ 4/507

Hz. Hüseyin'in Başı Mısır'a Götürüldü mü?

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Başının Mısır'a götürüldüğü meselesine gelince, bu âlimlerin ittifâkıyla yanlıştır. Âlimler, Kâhire'de 'Meşhedu'l-Huseyn' denilen yerde Hz. Hüseyin'in başının bulunmadığını ittifâkla söylemektedirler. Aslında bu mesele, iki yüz yıl hüküm süren ve Nûruddin Mahmud döneminde hâkimiyetleri son bulan Ubeydullah b. Kaddâhoğulları'nın hâkimiyetlerinin son dönemlerinde uydurulmuştur. Bunlar kendilerinin, Fâtıma'nın soyundan geldiklerini ve Seyyid olduklarını söylerler. Neseb ilmi bilginleri ise, sahih bir neseblerinin bulunmadığını ifâde ederler. Dedelerinin, eş-Şerif el-Huseynî'nin beslemesi olduğu ve bu sebeple Seyyidlik iddiâsında bulundukları da söylenir."

Mecmûu'l-Fetâvâ 4/508


Hz. Hüseyin'in Katledilmesi Çok Büyük Bir Cürümdür 

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Hz. Hüseyin'i öldüren, öldürülmesine yardımcı olan ya da buna rızâ gösteren kimseye gelince; Allah'ın, meleklerin, bütün insanların lâneti onun üzerine olsun, onun hiçbir ameli kabul edilmesin."

Mecmûu'l-Fetâvâ 4/487

Yine dedi ki: "Elbette Hz. Hüseyin'in böylece öldürülmesi, büyük bir felâketti. Çünkü onun ve daha önce de Hz. Osman'ın şehid edilmeleri, bu ümmet arasında çıkan fitnelerin en önemli sebeplerindendir. Hz. Hüseyin ve Hz. Osman'ın kâtilleri de Allah nezdinde insanların en şerlileridir."

Mecmûu'l-Fetâvâ 3/411

Not: Şeyhülislâm'ın ilk sözünde ettiği lânet, Rasûlullah ﷺ'in Medine ehline zulmedenler için yaptığı lânetle aynıdır: “Kim Medine ehlini onlara zulmederek korkutursa, Allah da onu korkutsun. Allah’ın, meleklerin, bütün insanların lâneti üzerine olsun. Kıyâmet gününde de onun hiçbir ameli kabul edilmesin." Yezid, Medine ehline zulmettiği için bu lânetten nasibini almıştır.

Allah Bu Musîbet İle Hz. Hüseyin'in Derecesini Yükseltmiştir

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Hz. Hüseyin, Âşûrâ günü zâlim âsi bir grup tarafından katledildiğinde, Allah Ehl-i Beyt'ten Hamza, Ca'fer, babası Ali ve başkalarını şehâdetle şereflendirdiği gibi onu da şehâdetle şereflendirdi. Şehâdet ile Allah onun konumunu ve derecesini yükseltti. O ve kardeşi Hz. Hasan cennet gençlerinin efendileridir. Yüksek konumlara ancak musîbetler ile ulaşılır. Rasûlullah ﷺ şöyle buyurdu: 'İnsanların en çok musîbete uğrayanları evvelâ peygamberlerdir, sonra derecelerine göre sâlihler gelir. Kişi dinine göre belâ ve imtihanlara mâruz kalır. Eğer dine bağlılığı varsa, belâsı daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musîbetlerle karşılaşır. Kişiye belâlar gelir gelir de artık onun üzerinde hiçbir günah kalmaz.' (Tirmizi ve başkaları rivâyet etti)"

Mecmûu'l-Fetâvâ 25/302

Hz. Hüseyin'i Katledenlerin Cezâsı

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Zührî'nin 'Hz. Hüseyin'i katledenlerden dünyada cezâlandırılmayan kalmadı' sözüne gelince; bu mümkündür. Cezâsı en hızlı olan günah zulümdür. Hz. Hüseyin'e zulmetmek ise en büyük zulümdür"

Minhâcu's-Sunne 4/560

Hâfız İbn Kesir dedi ki: "Dünyada onların az bir kısmı hastalık ile ucuz kurtuldu. Çoğu da aklını kaybetti." 

el-Bidâye ve'n-Nihâye 11/576

Hz. Hüseyin'e Verdikleri Sözde Durmayan Kûfe Ehlinin Allah Tarafından Cezâlandırması

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Ömer b. Hattâb'ın ve Ali b. Ebi Tâlib'in onlar hakkındaki duâsı gerçekleşti. Hattâ Allah onlara Haccâc b. Yusuf'u musallat eti. Haccâc onların ne iyiliğini kabûl ediyordu ne de kusurlarını affediyordu. Haccâc'ın şerri onların tamâmını kapsayıncaya kadar devâm etti."

Minhâcu's-Sunne 2/92

Ehli Beyt'in Ehli Sünnet İndindeki Konumu

Şeyhülislâm İbn Teymiyye dedi ki: "Moğol komutan: Ehli Beyt'i sevmiyor musunuz? dedi. Dedim ki: Aksine, onları sevmek bizce farzdır ve ifâ edilmesi gereken bir görevdir. Kişi, onları sevmekten dolayı mükâfatlandırılır. Çünkü Müslim'in Sahih'inde naklettiği bir rivâyete göre Zeyd b. Erkam şöyle demektedir: Rasûlullah ﷺ Mekke ile Medine arasında 'Hum' denilen bir göl yatağında bize bir hutbe verdi ve bu hutbesinde şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! Size iki değerli şey bıraktım. Bunlardan biri: Allah'ın Kitabı'dır." Allah'ın kitabından sözetti ve ona sarılmamızı sıkı bir şekilde tavsiye etti. Sonra şöyle devâm etti: "Diğeri de: Akrabam, Ehli Beyt'imdir. Ehli Beyt'im konusunda size Allah'ı hatırlatırım. Ehli Beyt'im konusunda size Allah'ı hatırlatırım." (Müslim)

O Moğol komutanına ayrıca şöyle dedim: Biz namazımızda her gün şöyle deriz:

"Allah'ım! İbrâhim ve âilesine salât ettiğin gibi Muhammed'e ve âilesine de salât et. Şüphe yok ki sen, övülensin, azamet ve celâl sâhibisin. Allah'ım! İbrâhim ve âilesinin feyiz ve bereketini arttırdığın gibi Muhammed ve âilesinin de feyiz ve bereketini artır. Şüphe yok ki sen, övülensin, azamet ve celâl sâhibisin."

O zaman Moğol komutan: Peki onlara buğz besleyen kim? dedi. Dedim ki: Kim onlara buğz besliyorsa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun, onun hiçbir ameli kabul edilmesin."

Mecmûu'l-Fetâvâ 4/487

ORUÇ VE İ'TİKÂF HAKKINDA ÜZERİNE İCMÂ EDİLEN MESELELER


123-Ramazanın her gecesinde niyet eden ve oruç tutanın orucunun geçerli olduğuna dâir icmâ edilmiştir.

124- Sahurun mendûb olduğuna dâir icmâ edilmiştir.

125- Oruçlu kişi istemeden kusarsa ona bir şey gerekmediğine dâir icmâ edilmiştir. Hasan-ı Basrî bu konuda tek kalmıştır. Bir rivâyette "kazâ gerekir" demiş; başka bir rivâyette muvâfakat etmiştir.

126- Kasıtlı olarak kusan kişinin orucunun bâtıl olduğuna dâir icmâ edilmiştir.

127- Oruçlu kişinin dişlerinin arasında kalan, engel olamadığı şeyleri tükürüğü ile birlikte yutması durumunda ona bir şey gerekmediğine dâir icmâ etmişlerdir.

128- Üzerine iki ay art arda oruç borcu olan kadının, bir kısmını tuttuktan sonra hayız olması durumunda, temizlenince devam etmesi gerektiğine dâir icmâ edilmiştir.

129- Oruç tutmaktan âciz olan çok yaşlı erkek ve kadınların oruç tutmamalarının câiz olduğuna dâir icmâ edilmiştir.

130- İ'tikâfın insanların üzerine farz olmadığına dâir icmâ edilmiştir. Ancak kişi nezir (adak) ederse kendisine vâcip olur.

131- Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksâ'da i'tikâfın câiz olduğuna dâir icmâ edilmiştir.

132- İ'tikâf yapan kişinin, küçük ve büyük abdest için i'tikâftan çıkmasının câiz olduğuna dâir icmâ edilmiştir.

133- İ'tikâf yapan kişiye cinsel ilişkinin yasaklandığına dâir icmâ edilmiştir.

134- İ'tikâfta olduğu halde kasıtlı olarak eşiyle fercinden ilişkiye giren kişinin i'tikâfının bozulduğuna dâir icmâ edilmiştir.

| İbnu'l-Munzir, el-İcmâ

TECSİM MESELESİNDE İBN TEYMİYYE'NİN TUTUMU



TECSİM MESELESİNDE İBN TEYMİYYE'NİN TUTUMU

Tecsim meselesinde İbn Teymiyye'nin mezhebinin hakikati iki kısımda değerlendirilecektir.

Birinci Kısım: "Tecsim" lafzının kullanımı hakkında İbn Teymiyye’nin tutumu.

İkinci kısım: "Tecsim" lafzına yüklenen mânalar hakkında İbn Teymiyye’nin tutumu.

1. "TECSİM" LAFZININ KULLANIMI HAKKINDA İBN TEYMİYYE'NİN TUMUMUNA GELİNCE;

İbn Teymiyye, tecsim lafzının Allahu Teâlâ hakkında tâbir edilmesinin doğru olmayacağını açıkça belirtmiştir. Neyf veya isbat cihetinden olması arasında fark yoktur. "Allah cisimdir" veya "Allah cisim değildir" denilmez. İbn Teymiyye bu ifadeyi kullanmış ve birçok kez kitaplarında tekrar etmiştir. Aynı şekilde selef imamlarının da bu lafzı kullanmadığını belirtmiştir. Bu ifadenin beyanında şöyle der: "Tecsim, cevher, tahayyüz, cihet ve bunlar gibi lafızlara gelince; Allah hakkında nefy veya isbat yönünden Kuran ve Sünnet'te geçmemiştir. Aynı şekilde sahâbeden, onlara ihsan ile tâbi olan tâbiinden, Müslümanların Ehli Beyt’ten olan veya olmayan imamlarından kimse bunu söylememiştir. Onlardan hiçbirisi Allah hakkında bunu nefy veya isbat yönünden söylememiştir."1

İbn Teymiyye, bazı siyaklarda seleften bazılarının ikrarı ibtida cihetinden değil; muhalife cevap verme cihetinden, nefy bağlamında bu lafzı kullandığını söylemiştir.

İbn Teymiyye, bu hakikati ve bu lafzı kullanmanın caiz olmadığını ifade ettikten sonra, hükümde dayandığı sebeplere işaret etmiştir. Bu sebepler ise iki şeye dönmektedir: Birincisi, Kuran ve Sünnet'te vârid olmamasıdır. İkincisi ise, bu lafzın mücmel olduğundan sahih ve batıl mânaların muhtemel olmasıdır. Eğer herhangi bir lafız bu vasıfta olursa, onu kullanmak ve Allah'ın sıfatlarını tabir ederken ona itimat etmek caiz değildir.

İbn Teymiyye, cisim lafzını kullanmayı sahih mânada da kullanılsa bid’at saymıştır. Bu konuda şöyle demiştir: "Cisim lafzını nefy veya isbat yönünden kullanmak bid’attir. Allah'ın sıfatları hakkında cisim lafzını nefy veya isbat yönünden ıtlak etmek; Kuran'da, Sünnet'te, ümmetin selefinin ve imamlarının sözlerinde yoktur."2

Cisim lafzını kullananların en meşhurlarından olan Kerrâmiyye Mezhebi, "Allah cisimdir" diyerek bununla Allah'ın zatı ile kaim olmasını kastetmişlerdir. İbn Teymiyye, Kerrâmiyye Mezhebi ile münakaşa ettiğinde, onların sözünün mâna yönünden sahih olduğunu, Allah'ın nefsi ile kaim olduğunu; fakat onların cisim lafzını kullanmalarının şeriatta ve lügatte bid’at olduğunu söylemiştir.3

İbn Teymiyye, bu hükmü ve cisim lafzını kullanmanın bid’at olduğunu ifade ettiğinde, mânayı beyan eden bir karinenin bulunduğu zaruret hali dışında, bu lafzı kullanmanın caiz olmadığını söylemiştir. İbn Teymiyye’ye göre zaruret hali; hitabın, cisim lafzını kullanmadan sözü anlamayan bir topluluğa olması durumudur. Bu durumda (cisim) lafzı(nı) kullanmanın caiz olduğunu söylemiştir. Lakin ondan kastedilen mânayı beyan eden karineler olması gerekir.

‌Bu, bazı muasır Eş'arîlerin, İbn Teymiyye'nin sözünü anlamadaki hatalarını gösteriyor. Onların bazıları, İbn Teymiyye'nin, mâna sahih olduğu taktirde cisim lafzını doğruladığını söylemişlerdir.

Ve yine cisim lafzının sahih mânada kullanıldığı taktirde, Allah hakkında mutlak olarak kullanmayı, aksi taktirde ise kullanmamayı ikrar ettiğini söylemişlerdir.

Bu söz doğru değildir. İbn Teymiyye, mânayı beyan eden bir karinenin bulunduğu zaruret hali dışında, mânası sahih olsa da bu lafzı kullanmanın men edilmesi gerektiğini açıkça belirtmiştir.

2. İBN TEYMİYYE'NİN "TECSİM" LAFZINA YÜKLENEN MÂNALAR HAKKINDA TUTUMU İSE ŞÖYLEDİR:

İbn Teymiyye, mücmel bir lafız olan; bazısı sahih bazısı hatalı birçok anlam içeren cisim lafzını ele almıştır.

İbn Teymiyye ve diğer (bazı) imamlardan; İmam Ahmed, Darimî ve başkaları indinde bu gibi lafızlar "İstifsal Kaidesi" ile ele alınır. Bu kaidenin mânası ise şudur: Mücmel lafızlarda mutlak isbat veya mutlak nefy yapılmaz. Tafsilata gidilmesi ve delalet ettiği mânaların ayırt edilmesi gerekir. 

İbn Teymiyye bunu, cisim lafzını ele alırken açıkça tatbik etmiştir. İbn Teymiyye'nin cismin mânaları hakkında sözlerinin sonucu beş mânaya çıkar:

Birinci Mâna: Cismin lügatteki mânasıdır. İbn Teymiyye, cismin lügatteki anlamlarının ceset, vücut ve beden olduğunu söylemiştir. İnsan ve hayvanların tamamının lügatte cisim olarak isimlendirilmesi mümkündür. Ancak masa, mescid gibi eşyalar lügatte cisim olarak isimlendirilmez. Bunu te’kid etmek için de bazı lügat alimlerin sözlerini nakletmiştir.  Sonra Allah ile ilgili bu mânanın kullanımı ve manaya bu şekliyle itikad etmek hakkında tutumunu şu şekilde beyan etmiştir: “Cisim lafzı mücmel bir lafızdır. Mânası ise lügatte bedendir. Kim “Allah insanın bedeni gibidir” derse, Allah'a iftira atmıştır."4

İkinci Mâna: Terkip mânasıdır. Yani cisim, birkaç şeyden bir araya gelen bileşimdir. Buna göre insan, masa, cep telefonu, mescid ve başka şeyler cisim olarak isimlendirilir.  Terkip ister felsefecilerin indinde olduğu gibi madde ve suretten olsun ister kelamcıların indinde olduğu gibi cevâhir-i ferd olsun ister terkibin diğer çeşitleri olsun; genel olarak onu bir araya getiren değer terkiptir. Cisimden mürekkep olan şey ise tartışmalıdır.

İbn Teymiyye, bu mânayı zikretmiş ve onu şeriat ve lügat gibi birçok yönden iptal etmiştir. Tutumunu ise şöyle beyan etmiştir: "Kim 'Allah cisimdir' der ve bununla onun cüzlerden bir araya geldiğini kastederse, bu batıl bir sözdür."5

Üçüncü Mâna: Üç boyut -uzunluk, genişlik, derinlik- ile mevsuf olan şeydir. Bunun mânası şudur: Uzun, geniş ve derin olan şey cisimdir. Felsefecilerin indinde meşhur olan mâna budur. Felsecilerden İbn Sina ve başkaları bu görüştedir.

İbn Teymiyye, bu sözün batıl olduğunu, seleften ve Müslümanlardan herhangi birinden (böyle bir tarifin) bilinmediğini belirtmiştir.

Dördüncü Mâna: Mevcud olan veya nefsi ile kaim olan mânasıdır. Böylece her mevcud olan veya her nefsi ile kaim olan cisim mânasına gelir. Cismin bu mânada kullanımı Kerrâmiyye Mezhebi indinde çoktur.

İbn Teymiyye, bu mânanın sahih ve makbul olduğunu söylemiştir. Fakat cisim lafzını Allah hakkında mutlak kullanmak şeriatta ve lügatte bid’attir. İbn Teymiyye mânayı kabul eder fakat, Allah'ı tabir ederken bu lafzı kullanmayı reddeder.

Beşinci Mâna: Sıfatlara sahip olan mânasıdır. Burada mâna şudur: Sıfatlara sahip olması mümkün olan her şey veya uluv, istiva, kadem, iki yed, vech gibi zâtî ve manevî sıfatlara sahip olan varlık cisimdir. 

Muattıla ve Müleffika'nın "Allah cisim değildir" derken kastettikleri mâna da budur. Muattıla'ya göre Allah hiçbir sıfatla, Müleffika'ya göre ise bazı sıfatlarla sıfatlandırılamaz.

İbn Teymiyye bu mâna hakkında tutumunu şöyle beyan etmiştir: "Eğer cisim lafzıyla, sıfatlarla mevsuf olanı, nefsi ile kaim olanı, başkasına benzemeyen ve kendisine işaret edilmesi mümkün olan -uluv sıfatında-, ellerin kendisine kaldırılanı kastediyorsan, şüphesiz ki Kur’an Allah'ın ilim, kuvvet, rahmet, vech, iki yed ve başka sıfatlara sahip olduğunu haber vermiştir. Ve yine haber vermiştir ki: "Güzel sözler O’na yükselir; salih amelleri de O yüceltir. "... Kur’an; Allah'ın kullarına uluvvunun, O’na yükselmenin, O’ndan ve O’nun indinden inmenin beyanı ve ilminin, rahmetinin ve diğer sıfatlarının isbatı ile doludur."6

İbn Teymiyye'nin takririnin sonucu şudur: Eğer cisim lafzı ile zati ve manevi sıfatların isbatını kastediyorsanız, biz bu mânaları isbat ediyor, fakat cisim lafzını sıfatları tabir ederken kullanmayı doğru bulmuyoruz. Eğer derlerse ki: Sizin bu sıfatları isbat etmeniz tecsimi gerektirir. Biz de deriz ki: Eğer bunu tecsim olarak isimlendiriyorsanız bilin ki, sizin onu mücerred olarak tecsim diye isimlendirmeniz onun batıl olduğuna delil değildir. Çünkü şer'î naslar bunu isbat etmiştir. Cisim lafzına gelince biz kullanmıyoruz ve kullanmayı da reddediyoruz.

Eğer derlerse ki: Sıfatların isbatı; terkibi, cüzlerin bazısının bazısından ayrılabilmesini ve üç boyut ile vasıflanabilmesini gerektirir. Onlara şöyle denilir: Bunu doğru bulmuyoruz. Bu tür şeyler mahlukata has özelliklerdir, Allah'ın bunlarla vasıflanması gerekmez. Bunu ancak siz söylüyorsunuz. Çünkü siz Allah'ı, yarattıklarına benzettiniz ve sıfatları isbat etmenin bu mânaları gerektirdiğini vehmettiniz. Nasıl Allah için diğer zatlara benzemeyen zat isbat ediyorsanız, aynı şekilde başka sıfatlara benzemeyen sıfatlar isbat edin. 

Tecsim şüphesiyle teamülde doğru yol budur. Eğer Muattıla ve Müleffika tecsim deliliyle delil getirirse onlara daha önce söylenen şey söylenir: Muhakkak bu hüccet açık olmayan mücmel lafızlara mebnidir. Cisim lafzıyla ne kastediyorsunuz? Eğer bununla Allah'ın zâtî ve ihtiyarî sıfatlarla vasıflanmasını kastediyorsanız, biz Allah'ın bunlarla vasıflanmasını kabul ediyoruz. Kuran ve Sünnet'in kat'i nasları bizimledir. Bu sıfatları isbat etmeyi mücerred olarak tecsim diye isimlendirmeniz onun batıl olduğuna delil değildir. Bilakis hakikatte o, mahall-i nizâ ile istidlalde bulunmaktır. Mahall-i nizâ ile istidlalde bulunmak mantıkçılar indinde musâdere ale'l-matlûb7 diye isimlendirilen meşhur bir yanılgıdır.

Eğer bununla başka mânalar kastediyorsanız bunları bize söyleyin. Getireceğiniz her muayyen mânaya onu has kılan bir hüküm vereceğiz. Cisim lafzı veya diğer mücmel lafızlardan biri ile mücerred bir isimlendirmeye itimat etmeyiz.

Kaynaklar_________________________
1) Minhacu's-Sunneti'n-Nebeviyye 2/527
2) Beyanu Telbisi'l-Cehmiyye 1/550
3) Bkz. Mecmuu'l-Fetava 5/420
4) Camiu'l-Mesail 206
5) Tefsiru Surati'l-İhlas 47
6) Der'u Tearudi'l-Akli ve'n-Nakli 10/309
7) İspata muhtaç olan bir şeyi, başka bir şey için delil yapmak.



el-Ukûdu'z-Zehebiyye, 1/201-204
Dr. Sultân b. Abdurrahmân el-Umeyrî
Ümmül Kurâ Üniversitesi Akîde Bölümü Öğretim Görevlisi

*Tercüme için müelliften izin alınmıştır.
Alper Türkmen

05.04.2020

ŞABAN AYI VE BERAT GECESİ



Hamd, yalnızca Allah'adır.

Şaban ayının faziletine dair bir çok hadis varid olmuştur. Bu konuda varid olan hadisler şunlardır:

1) Müminlerin annesi Aişe'den (radıyallahu anha) rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir:

"Rasulullah (aleyhisselam) bazı aylarda çok oruç tutardı. Hatta biz, onu bu ayda hiç oruç tutmamazlık etmedi, derdik. Bazı aylarda da oruç tutmazdı. Hatta biz, onu bu ayda hiç oruç tutmadı, derdik. Rasulullah'ın (aleyhisselam) Ramazan'dan başka bir ayın orucunu tamamladığını görmedim. Şaban'daki kadar kendisinin çok oruç tuttuğu bir ay da görmedim. Pek az bir kısmı hariç, Şaban ayının tamamını oruçlu geçirirdi" 1

2) Usame b. Zeyd'den (radıyallahu anh) rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir:

"Ben dedim ki:

-Ey Allah'ın Rasulü! Seni, Şaban'dan oruç tuttuğun kadar diğer aylardan bu kadar oruç tutarken hiç görmedim (bunun sebebi nedir)?

Rasulullah (aleyhisselam) buyurdu ki:

-O öyle bir aydır ki, insanlar, Receb ve Ramazan arasında gaflette olurlar. Oysa o (Şaban ayı), amellerin, Alemlerin Rabbine yükseltildiği aydır. Bundan dolayı ben, oruçlu iken amelimin yükseltilmesinden hoşnut oluyorum." 2

3) İmran b. Husayn’dan (radıyallahu anh) rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir:

"Rasulullah (aleyhisselam) ona dedi ki:

-Şaban'ın sonlarında oruç tuttun mu?

O da: “Hayır“ dedi.

Bunun üzerine Nebi (aleyhisselam) şöyle buyurdu: 

-Ramazan'dan çıktığın vakit onun yerine iki gün oruç tut." 3

Bu hadislerin tamamı fazilet açısından Berat gecesini de kapsamaktadır. Berat gecesine has varid olan hadisler ise şunlardır:

4) Rasulullah (aleyhisselam) buyurdu ki: 

“Şüphesiz ki Allahu Teala Şaban ayının ortasındaki gecede (Berat Gecesi) kullarına muttali olur (onları gözetler) ve yarattıklarının hepsini bağışlar. Ancak müşrik ve düşmanlık güden kimse hariç.” 4

5) Rasulullah (aleyhisselam) buyurdu ki:

"Şüphesiz ki Allahu Teala Şaban ayının ortasındaki gecede (Berat Gecesi) kullarına muttali olur (onları gözetler), Müminleri bağışlar, kafirlerin ömrünü uzatır ve nefretlerini terk edene kadar nefret sahiplerini terk eder." 5

Böylelikle hem Şaban ayı hakkında gelen rivayetler hem de o geceye has gelen rivayetler Berat gecesinin faziletini ortaya koymaktadır. O günde oruç tutmak ise üç fazileti bir araya getirmektir. Çünkü Nebi (aleyhisselam) her ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutardı:

6) Muaze el-Adeviyye (radıyallahu anha), Müminlerin annesi Aişe'ye (radıyallahu anha): "Rasulullah (aleyhisselam) her ay üç gün oruç tutar mıydı?" diye sorduğunda O: "Evet" diye cevap vermiştir. 6

7) Rasulullah (aleyhisselam) buyurdu ki: 

"Ramazan ile Ramazan arası her ay üç gün oruç tutmak, bütün senenin orucudur." 7

8) Ebu Hureyre'den (radıyallahu anh) rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir:

Rasulullah (aleyhisselam) buyurdu ki: "Kim her aydan üç gün oruç tutarsa bütün ayı oruçlu geçirmiştir." Bunun Allahu Teala'nın kitabında şöyle doğrulandığını gördüm: "Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır." (En'am, 160) 8

9) Ebu Zerr el-Ğıfari'den (radıyallahu anh) rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir:

"Rasullullah (aleyhisselam) bize her ayın 13, 14 ve 15. günü (Eyyam-ı Bîyd) oruç tutmamızı emretti." 9

Selefi salihin ve diğer alimlerimiz de bugünün faziletini belirtmişlerdir:

el-Mevsuatu’l-Fıkhiyye’de şöyle denilmiştir: “Fakihlerin cumhuru Şaban ayının ortasındaki gecenin ihya edilmesi gerektiğini belirtmişlerdir.” (2/235)

İbn Useymin alimlerin çoğunun bu gecenin faziletini kabul ettiklerini belirtmiştir. (Feteva İbn Useymin 7/156) 

İmam eş-Şafii şöyle demiştir: “Şöyle denildiği bize ulaşmıştır: Şu beş gecede dualara icabet vardır: Cuma gecesi, Ramazan ve Kurban bayramlarının gecesi, Recep ayının ilk gecesi ve Şaban ayının ortasındaki gece... Bu geceler hakkında naklettiğim bütün bu amelleri, farz kabul edilmemesi şartıyla müstehab sayıyorum.” (el-Umm 1/264)

Hanefi mezhebi âlimlerinden Molla Hüsrev ve İbn Nuceym ise ittifakla şöyle demişlerdir: “Ramazanın son on gecesini, Ramazan ve Kurban bayramlarının gecesini, Zilhiccenin ilk on gecesini ve Şaban ayının ortasındaki geceyi ibadetle ihya etmek müstehabtır.” (Duraru’l-Hukkâm 1/117, el-Bahru’r-Râik 2/56)

Hanbeli mezhebi âlimlerinden İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Şaban ayının ortasındaki geceye gelince, bunun fazileti vardır ve seleften bu gecede namaz kılanlar olmuştur.” (el-Feteva’l-Kubra 5/344)

İbn Teymiyye'ye Berat gecesindeki namaz hakkında sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Bu gecede kişinin seleften olan toplulukların yaptığı gibi namaz kılması güzeldir." (Mecmuu'l-Feteva 23/131)

Yine şöyle der: “Bu gecenin fazileti hakkında merfû hadisler ve eserler rivayet edilmiş olup, bunlar bu gecenin faziletini ortaya koymaktadır. Seleften özel olarak bu gece namaz kılanlar olmuştur. Şaban ayı orucuyla ilgili de sahih hadisler gelmiştir...

Ashabımızdan (Hanbeliler) ve diğerlerinden olan âlimlerin birçoğu veya ekseriyeti bu gecenin faziletini kabul ediyorlardı. Bu konuda çok sayıda hadis bulunması ve selef alimlerinden gelen eserlerin de bu yönde olması sebebiyle İmam Ahmed de aynı görüştedir. Hakkında bazı uydurma şeyler nakledilmiş olmakla birlikte bu gecenin çeşitli faziletleri ile ilgili olarak müsnedlerde ve sünenlerde hadisler varid olmuştur.” (İktidau’s-Sırati’l-Mustakim, Daru İşbilya, 2/136-137)

İbn Receb el-Hanbeli şöyle demiştir: "Şam alimleri bu gecenin nasıl ihya edileceği hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı camilerde cemaatle ihya edilmesini müstehab görüyordu. Halid b. Mi'dan, Lukman b. Amir ve diğerleri bu gecede en güzel elbiselerini giyerler, güzel koku sürünürler ve gözlerine sürme çekip o gece mescidde kıyam ederlerdi. İshak b. Rahaveyh de buna muvafakat etmiş ve bu gece cemaat halinde mescidlerde kıyam etmenin bidat olmadığını söylemiştir. Bu sözü ondan Harb el-Kirmani Mesail'inde zikretmiştir. İkinci görüşe göre ise, bu gecede mescidlerde bir araya gelmek, kıssalar okumak ve dua etmek mekruhtur. Bu gecede kişinin kendi nefsince namaz kılması mekruh değildir. Bu söz Şam ehlinin imamı, fakihi ve alimi olan el-Evzai'nin sözüdür. Bu, Allah bilir ki doğruya en yakın görüştür." (Letaifu'l-Mearif, 263)

Yine şöyle demiştir: "Müminin bu gecede Allahu Teala'nın zikrine, günahların bağışlanması, ayıpların örtülmesi ve üzüntülerin giderilmesi için ona duaya, özellikle de tevbeye yönelmesi gerekir. Çünkü Allahu Teala o gecede kendisine tevbe edeni bağışlar." (Letaifu'l-Mearif, 265)

Seleme b. Kuheyl şöyle demiştir: 

"Şaban ayı, kurrâ ayıdır, denilirdi."

Amr b. Kays, Şaban ayı girdiği zaman dükkanını kapatır, Kur'an okumaya çekilir ve bununla meşgul olurdu.

Ebu Bekir el-Belhi şöyle demiştir:

"Receb ayı, tohumu ekme ayıdır. Şaban ayı, ekilen tohumu sulama ayıdır.Ramazan ayı ise, mahsülü hasat etme ayıdır."

Yine şöyle demiştir:

"Receb ayı, rüzgâr gibidir. Şaban ayı, gökteki bulutlar gibidir. Ramazan ayı ise, yağmur gibidir. Receb ayında tohumu ekmeyen veya bir şey dikmeyen, Şaban ayında da sulamayan kimse, Ramazan ayında nasıl mahsül hasat etmek isteyebilir ki? Oysa Receb ayı geçti. Sen Ramazan ayını istiyorsun, ama Şaban ayında hala hiçbir amel işlemiyorsun?

Bu mübarek ayda senin Nebin Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'in ve ümmetin ilk Müslümanlarının hâli bu iken, senin bu ameller ve derecelere göre durumun ve hâlin nedir söyler misin?"

Allahu Teâlâ en iyi bilendir.


Kaynaklar__________________
1) Buhari 1868, Müslim 1156.
2) Nesai 2357.
3) Müslim 1161.
4) İbn Mace 1390.
5) Şuabu'l-İman 3832.
6) Müslim 2744.
7) Müslim 2747.
8) Sahihu İbn Hıbban 2659.
9) Sahihu İbn Hıbban 3656.

İBN TEYMİYYE'NİN MEVLİD KANDİLİ ÜZERİNE SÖZLERİ

Hamd, yalnızca Allah'adır.

Bazı cahil insanların Şeyhulislam İbn Teymiyye'nin (rahimehullah) sözlerini kırparak mevlid kutlamalarını meşru gördüğünü ve bununla Şeyhulislam'ın sözlerinin çeliştiğini iddia ettiklerini gördüm.

Müddeiler Şeyhulislam'ın şu sözünü getiriyorlar:

"Bazı insanların yaptığı gibi mevlid kutlamak ve onu bayram edinmek, iyi niyetinden ve Peygamber'e (sallallahu aleyhi ve sellem) tazimden ötürü kişiye büyük bir sevap kazandırır." [1]

Halbuki Şeyhulislam bir kaç sayfa öncesinde mevlid kutlamanın bidat olduğunu, bunun bizden daha hayırlı olan selefin yapmadığını, fakat yapan kişinin bidatından dolayı değil de iyi niyetinden dolayı bundan ecir alabileceğini söylemiştir:

"... Aynı şekilde bazı insanlar, (Mevlid-i Nebevî'yi) ihdâs ederek İsâ -aleyhisselâm-'ın doğum gününü kutlamada ya hristiyanlara benzemek istemektedirler ya da Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'e sevgi ve tazimlerini göstermek için yapmaktadırlar. Allah Teâlâ, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in doğum gününü bayram edinme bid'atına değil de -ki O'nun doğumu konusunda insanlar ihtilaf etmişlerdir- belki bu sevgi ve gayretlerinden dolayı onlara ecirlerini verebilir. Fakat ilk Müslümanlar, bunu yapmaya güçleri yettiği ve yapmaya hiçbir engel olmamasına rağmen bunu yapmamışlardır. Eğer bu davranış sadece hayır veya tercih edilen bir davranış olsaydı, bizden önce buna daha lâyık olan ilk Müslümanlar yaparlardı. Çünkü onlar, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'i bizden daha çok seviyorlar ve O'na, bizden daha çok saygı gösteriyorlardı. Zirâ onlar, hayırda bizden daha çok gayretliydiler. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'i tam anlamıyla sevmek ve O'na saygı göstermek; O'na tâbi olmak, O'na itaat etmek, O'nun emrine uymak, gizli olsun, açık olsun, O'nun sünnetini yaşatmak (ihyâ etmek), gönderilmiş olduğu şeyi yaymak, bu uğurda kalp, el ve dil ile cihad etmektir. Çünkü bu, Muhâcir, Ensar ve onlara güzellikle tâbi olan ilk Müslümanların (selef-i sâlihin) izlediği yoldur." [2]

Nitekim Şeyhulislam Mısır camisinde kendisini tuzak kurarak döven kimseler içinde "Onlar bu yaptıkları işten dolayı sevap ve ecir bile almış olabilirler." demiştir. Kendisine "O zaman sen batıl yolda onlar da hak yolda olmuş olur. Onların ecir aldıklarını söylüyorsan o zaman onları dinle ve onların görüşlerine uy!" denildiğinde ise meseleyi şöyle izah etmiştir: "Durum sizin iddia ettiğiniz gibi değil! Şöyle ki onlar, ictihad edip yanılmış olabilirler ve bu yaptıklarını da ictihadları sebebiyle yapmış olabilirler. İctihâd edip yanılan kimse için de bir ecir vardır!” [3]

Velhasıl, ortada müddeilerin iddia ettiği gibi mevlidi meşru görme veya tenakuz durumu yok. Mesele bu kişilerin fıkıh ve usulden uzak olmaları.

İddia edilen sözün siyak ve sibakı şu şekildedir:

"İyi bilmek gerekir ki, insan "yapmamaya" değil, "yapmaya" yatkın ve istekli bir yapıda yaratılmıştır. İnsanlar bir şeyi yapmamayı, yapmaktan vazgeçmeyi, ancak başka bir şeyi yapmak için benimserler. Bu yüzden salih bir amele koşulmadıkça kötü veya kusurlu davranışlarını bırakmaz. Fakat şu gerçeği de göz önünden kaçırmamak gerekir ki, kötü davranışlar iyi amelleri bozdukları, gölgeledikleri için, iyi amelleri korumak amacı ile kötü davranışlar yasaklanmıştır.

Bu açıdan bakacak olursak, bazı insanların yaptığı gibi mevlid kutlamak ve onu bayram edinmek, iyi niyetinden ve Peygamber'e (sallallahu aleyhi ve sellem) tazimden ötürü kişiye büyük bir sevap kazandırabilir. Daha önce değindiğimiz gibi, tam anlamıyla doğru yolu bulmuş bir mü'min tarafından yapılınca kendisine çok görülecek, hatta kötü görülecek bazı davranışlar başka bazı kimseler için iyilik sayılabilir.

Nitekim İmam Ahmed'e, zamanın bir hükümdarı hakkında "Falanca, bir mushafı süslemek için bir sarı lira harcadı" dedikleri zaman imam böyle diyenlere "Bırakın harcasın, çünkü onun para harcadığı en hayırlı iş budur" diye cevap vermiştir. Oysa ona göre mushaf süslemek, aslında mekruhtur. Bu yüzden ashabımızdan (Hanbeliler) bazıları, imamın bu sözlerini söz konusu masrafın kağıt ve yazı yenilemesi için yapıldığını kabul ettiği biçiminde yorumlamışlardır.

Halbuki, bize göre, İmam'ın söylemek istediği bu değildi. O bu davranışın (yani mushafları süslemenin) hem faydalı yönleri ve hem de mekruh sayılmasına gerekçe olan sakıncalı tarafları olduğunu belirtmek istemiştir. Çünkü sözü edilen hükümdar gibileri, bu işi yapmadıkları takdirde onun yerine hiç yararı olmayan benzeri bir iş yaparlar. Mesela mushaf süslemek için harcanan bu parayı eğlence, şiir, eski İran veya eski Yunan felsefeleri ile ilgili kitaplar için harcayabilirler.

Aziz okuyucu! Bu aşamada yapman gereken şey, dinin özünü iyice kavrayarak çeşitli hareketlerin şeriat açısından içerdikleri fayda ve sakıncaları tespit etmek ve bunun sonucu olarak iyiliklerle kötülüklerin farklı derecelerini bilip çatışma durumunda daha önemli olanına öncelik tanımaktır. Peygamberlerin getirdiklerine uygun hareket etmek, gerçek anlamı ile budur." [4]

Şeyhulislam devamında amellerin kısımlarından ve hükümlerinden bahsetmiştir.

Allahu Teâlâ en iyi bilendir.

[1] İktidâu's-Sirâtı'l-Mustakîm, 2/126
[2] İktidâu's-Sirâtı'l-Mustakîm, 2/123-124
[3] el-Ukûdu'l-Durriyye, 225
[4] İktidâu's-Sirâtı'l-Mustakîm, 2/126-127

İSLAM KARDEŞLİĞİ VE ÜMMET ŞUURU

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın İsmiyle...

Alemlerin Rabbı olan Allah'a hamd olsun. Allah'ın Rasulü'ne, O'nun yıldızlarına ve ehli beytine salat ve selam olsun.

Hakiki bir Mümin olabilmemiz için İslam kardeşliğini iyi anlamamız, nefsimizden ödün vermemiz, özverili ve fedakar olmamız gerekmektedir. Allah (سبحانه وتعالى) şöyle buyuruyor: "Size her ne verilmişse, bu dünya hayatının geçimliğidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Bu mükafat, inananlar ve Rablerine tevekkül edenler, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınanlar, öfkelendikleri zaman bağışlayanlar, Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namazı dosdoğru kılanlar; işleri, aralarında şûrâ ile olanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcayanlar, bir saldırıya uğradıkları zaman, aralarında yardımlaşanlar içindir." [1]

Hz. Ömer (رضي الله عنه) bir gün kurban kesip bir kısmını bir fakire göndermişti. O sahabi "benim bugün yemeğim var" dedi ve almadı. Sonra başka bir sahabiye götürülürdü, o da; "durumu daha kötü olanlar vardır onlara götürün" dedi, almadı. Böylece bu et bir kaç evi dolaştıktan sonra ilk götürülen eve yeniden götürüldü. İşte Rasulullah (صلى الله عليه و سلم)'in yetiştirdiği, O'na layık olan ümmet. Unutmayalım, onlarda insandı; melek değillerdi.

Özellikle cehaletin hakim olduğu bu dönemde Rasulullah (صلى الله عليه و سلم)'in "Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlarda bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar." [2] hadis-i şerifi ahlakımızın temel esası olmalı ki; birbirimizi sevelim, sayalım. Yine bir kudsi hadiste Rasulullah (صلى الله عليه و سلم) Allah için birbirini sevmenin, birbirini ziyaret etmenin ve yardımlaşmanın önemine binaen şöyle buyuruyor: "Allah Teala, 'Sırf Benim için birbirini seven, Benim için birbirini ziyaret eden ve sadece Benim rızam için sadaka verip iyilik edenler Benim sevgimi hak ederler.' buyurmuştur." [3] En ehemmiyetsiz meselelerde bile konuşurken tartışma ahlakını unutuyoruz ve Rasulullah (صلى الله عليه و سلم)'in "o düzgün olursa bütün beden düzgün olur, o bozuk olursa bütün beden bozuk olur." [4] buyurarak önemine vurgu yaptığı kalbi kırıyoruz.

Allah (سبحانه وتعالى) "Onlar birbirine karşı şefkatli, merhametli ve alçak gönüllüdürler." [5] buyurmuştur. Rasulullah (صلى الله عليه و سلم) ise kardeşliğin gereklerini şöyle sıralamıştır: "Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah (سبحانه وتعالى)'da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslüman'dan bir sıkıntıyı giderirse, Allah (سبحانه وتعالى)'da o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslüman'ın ayıp ve kusurunu örterse, Allah (سبحانه وتعالى)'da onun ayıp ve kusurunu örter." [6]

Müslüman'ın Müslüman kardeşine zulmetmemesi, haksızlık yapmaması, onu düşmana teslim etmemesi ve şahsi menfaat uğruna terk etmemesi bir temenni değil emirdir. Çünkü zulüm haramdır.

Yine Rasulullah (صلى الله عليه و سلم) "Müslüman Müslüman'ın kardeşidir. Ona hıyanet etmez, yalan söylemez ve yardımı terk etmez. Her Müslüman'ın diğer Müslüman'a ırzı, malı ve kanı haramdır. Takva buradadır. Bir kimseye şer olarak Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter." [7] buyurarak kardeşliğin mahiyetine ve ehemmiyetine vurgu yapmıştır.

İman kardeşliği gönül bağlarının en kuvvetlisi, kalp ilişkilerinin en sağlamı ve ruhi bağlantıların en yücesidir. İman kardeşliği kan kardeşliğinden önce gelir. Bu kardeşlik imanın gereklerine sahip olan herkesi içine alır.

Bunun yanında Rasulullah (صلى الله عليه و سلم) hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Arş'ın gölgesinde gölgelenecek yedi kimseden bahsederken bunların içinde birbirlerini Allah (سبحانه وتعالى) için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah (سبحانه وتعالى) için olan iki insandan da bahseder. [8]

Gerçek Mümin, kızsa dahi kızgınlığını gizlemeyi, onu affetmeyi ve küçük hatalarına göz yummayı bilir. Allah (سبحانه وتعالى) "Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah, iyilik edenleri sever." [9] buyurarak o kimseleri övmüştür.

Gerçek Mümin, kardeşlerinin arkalarından konuşarak gıybet etmez. Çünkü bunun ayetteki hükümle haram olduğunu bilir. "Kimse kimseyi çekiştirmesin; hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz. Allah'tan sakının. Allah tevbeleri daima kabul edendir, acıyandır." [10]

Kardeşlik hukuku gereği Müslümanların birbirleri üzerinde hakları vardır. Rasulullah (صلى الله عليه و سلم) bu hakları 5 maddede şöyle sıralıyor:

"Müslüman'ın Müslüman üzerindeki hakkı beştir:

1. Selam almak
2. Hastayı ziyaret etmek
3. Cenazeye iştirak etmek
4. Davete icabet etmek
5. Aksırana "yerhamukallah" (Allah sana rahmet etsin) demek." [11]

Üstad Said Nursi (رحمه الله)'ın dediği gibi; "Her ikinizin Halıkınız bir, Malikiniz bir, Mabudunuz bir, Razıkınız bir, bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir, bir." [12] Bütün bunlara rağmen biz kardeşliği sağlayamazsak bizim kelime-i şehadet getirmemiz neye yarar? Kardeşliği sağlayamayan imanımız, bizi nasıl cennete götürür?

Yazımı Davut Daşkıran hocamın bir şiiriyle bitirmek istiyorum.


Kardeşlik mi?

Kardeşlik dediğin ne olmuş bak, kardeşim demekten ibaret
Kusuru örtmek yerine gıybeti yapılır olmuş, bu ne rezalet

Tutmaz elinden bırakırsın şeytana, hani nerde merhamet
Beğenmez ki hiç istemez yükselsin, içinde besler haset

Siler atarsın dava için yaptığı o güzel işleri , işte budur ihanet
Uzak tutarsın kendinden kınar geçersin, böylemi olur ümmet

Sevgindir onu ayakta tutacak olan nasıl bilmezsin ki hayret
İşte budur benliğimizi sarıp kuşatan içimizdeki asıl cehalet

Sevgiyi ve kardeşliği yaratan Allah'a emanet olun...


[1] Şurâ, 36-39
[2] Buharî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66
[3] Muvatta, Şi'r, 16
[4] Bkz. Buharî, İman, 39; Müslim, Musakat, 107; Ebu Davud, Büyü, 3; Tirmizî, Büyü, 1; Nesâî, Büyü, 2
[5] Maide, 54
[6] Buharî, Mezalim, 3; Müslim, Birr, 58
[7] Tirmizî, Birr, 18
[8] Bkz. Buharî, Ezan, 36; Müslim, Zekat, 91
[9] Âl-i İmrân, 134
[10] Hucurat, 12
[11] Buharî, Cenaiz, 2; Müslim, Selam, 4; İbn Mâce, Cenaiz, 1 (Müslim'in başka bir rivayetinde "senden nasihat isterse nasihat et" maddesi de vardır. Bkz. Müslim, Selam, 5)
[12] Mektubat, Yirmi İkinci Mektub